Helsinki

 

.Alvar Aalto . Steve Holl . Juhani Pallasmaa . Eliel Gotlieb Saarien . Yrjö Lindegren . Toivo Jantti .Tİmo ve Tuomo Suomalalnen

HELSİNKİ’DEN NOTLAR

Doğrusunu söylemek gerekirse üniversite yıllarından beri, bir Steve Holl hayranlığım vardı. Onun projesi olan, “Kiasma” yı Uğur Tanyeli hocanın bir dersinde anlatmıştım. Kısacası Kiasma ve Steven Holl için Helsinki’deydim. Benim için mimarın herhangi bir yapısının içinde olmak, mimarı tanımakla eşdeğer. Bauhausun   etkisini hemen hemen her noktasında görebileceğiniz bir yapıdır. Bu yapının en önemli özelliği, akışkan bir mekansal kurgusu olması. Çok duru, çok doğal biçimde içinden adeta süzülerek geçilen mekanlar, inanılmaz. İsmini bildiğim ama bu derece iyi olduğunu bilmediğim Finlandiyalı mimar Alvar Aalto ile de tanıştım. Neden bilmem ama daha çok tasarladığı, cam objelerden tanıyordum kendisini. Yapıları hakkında fazla bir bilgiye sahip olmadığımı fark ettim.

Parkın içinden şehir merkezine doğru giderken, ağaçların arasında Finland Hall’un, doğa ile bütünleşik o hali, yapının zarafetini hemen ortaya koyuyordu. Onu uzaktan gördüğümde, iyi mimari, zamansızlık kavramına tekabül edebilir düşüncesi oluştu. Yapıda tadilat vardı, bu yapıda ki ritim duygusu, hem cephedeki formu, hem de kullandığı malzemedeki detayı ile iyice pekiştirilmişti. İnsanı hiç rahatsız etmeyen bir ölçeği vardı. Yağmur başladı, hemen binanın önündeki saçağın altına sığındım, yağmurun bitmesini beklerken ne kadar iyi bir oran duygusu yakalamış olduğunu anladım. Kendimi bu yapıda yabancı biri gibi hissetmedim, sanki birbirimizi tanıyor gibiydik, o an bu yapının zamansız ve evrensel bir boyut yakalamış olduğunu anladım.

Helsinki kenti aynı zamanda kasaba hayatı sürdürebileceğiniz bir şehir. Nehrin kenarında kimi zaman doğal, kimi zaman da düzenlenmiş bir peyzaj, arkanızdaki kente dair her şeyi kafanızdan silip, soğuk havaya rağmen, sizi paçalarınızı toplayıp nehre ayaklarınızı sokmaya kışkırtıyor. Kendimi kıyaslama yapmadan alamıyorum, yaşadığım şehirdeki gibi arada yollar yok, evler yok, duvarlar yok ulaşılabilir bir doğa bu, oldukça başarılı bir kent kurgusuna sahip, şehrin içinde kaya parçalarına rastlıyorsunuz, böyle bir şey yaşadığım kente asla olmaz, şehrin yöneticileri aylarca kırıcılarla çalışıp, o taşları oradan kaldırırlardı diye düşündüm. Zorlamıyorlar gibi geldi, ne onu yok etmek için ekstra bir efor harcamışlar ne de bir maliyet. Hatta bunu öyle bir tasarım öğesi haline getirmiş ki. Evet “Stone Church” den bahsediyorum. Taşın içinde oluşturulan, üstü çok yumuşak bir kubbe ile içerden ahşap kaplanarak kapatılmış bu mekan da, ışığın içeri alınış biçimi ile sanki bir su dalgasını andıran o hareketlilik ve dinginlik hissinin birlikteliğinin güzelliği ile bu yapı, sizi bambaşka bir dünyaya götürür. Bu bizde, benim de çok sevdiğim Selçuklu mimarisine karşılık gelen bir tekniktir. Çok saf, katıksız bir mimari. Sadece taş, ışık ve mekansal kurgu. Mehmet Aksoy’un ‘Heykelin bedeni formsa, ışık kanıdır. ‘ sözündeki gibi ete kemiğe bürünen bir mimari bu.

Olimpiyat bölgesini de inceleme şahsım oldu, hatta onun içindeki hostelde kaldım. Yine sürdürebilirlik konusuna verdikleri bir cevap, İtalya ve İspanya’da olimpiyat bölgelerini inceleme şansım olmuştu, karşılaştırma yapabiliyordum. Bu etkinliklerin dünya konjunktürün de ülke ve kent için önemini, kente kazandırdığı ivmeyi görebiliyorsunuz. Türkiye’de de artık bu başladı, 2011 Erzurum Kış Olimpiyatları buna güzel bir örnek olarak gösterebiliriz.

“Kamppi merkezi” çok ilginç bir yapı, aslında ona bir yapı demekte biraz zor. Küçük bir kent prototipi demek daha doğru. Bir kentte ne varsa bu yapıda da, o var. Bu kadar çok işlevin bir arada olduğu bir yapı ile daha önce hiç karşılaşmamıştım. Bana zamanımızı anlamaya çalışan, zamanın hızını ve farklı disiplinlerin nasıl iç içe girdiğini gösteren ve buna cevap arayan bir yapı gibi geldi.

“Mimarlık değersiz bir tuğlanın, altın bir tuğlaya dönüşmesidir.”               -Alvar Aalto

MNK

 


This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.